GELENEKSELDEN MODERNE UZANAN FİLMLERİN UNUTULMAZ YÖNETMENİ

Yavuz Turgul

Resmi olmasa da bir ön kabulden yola çıkılarak Türkiye’de sinemanın ‘Doğum tarihi’, ‘Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı’ adlı filmin çekildiği 14 Kasım 1914 kabul edilir. Halen elde hiçbir kopyasının bulunmadığı bu 150 metrelik belgesel, Osmanlı ordusunda yedek subay olarak görev yapan Fuat Uzkınay’ın imzasını taşır. Bu veriler eşliğinde ülkedeki sinemanın yaşı 2015 itibariyle 101’dir. Bu insanlık tarihi için küçük, ‘Türkiye Sinema Tarihi’ için büyük sayılabilecek süre zarfında perdeye görüntüsünü aksettiren onca yapım, iki ana eksen etrafından salınır gider: Biri, ‘Yeşilçam’ adı altında simgelenen eski usul sinema, diğeri de şimdiki zamanın ahval ve şeraiti içinde yolunu bulmaya çalışan Modern Türkiye’nin sineması…

Yavuz Turgul işte bu önemli dönemeçte, kökleri eskiye dayanan ama asıl ürünlerini şimdide vermiş bir büyük ustadır. Bir başka deyişle sinemamızın di’li ve miş’li geçmiş zamanlarına olduğu kadar içinden geçilen andan geleceğe uzanan yolculuğuna da tanıklık etmiş bir isimdir. Kendi ifadeleriyle geçmişin tarihine 1975’te dahil olmuştu. Ses dergisinde çalışan bir gazeteciyken dönemin önemli sinemacılarından Ertem Eğilmez’in evine gidip senaryo üzerine sabahları bulan konuşmalar derken aslında ileride yer alacağı bir sektörün kapısını da yavaş yavaş aralıyordu. Turgul önceleri senarist olarak sürdürdü sinema uğraşını. Eğilmez’in bir tür okulu andıran ‘Arzu Film’ çatısı altında çoğu Türkiye Sinema Tarihi’nin en unutulmaz komedileri olarak kuşaklar boyu izlenecek yapımların senaryolarında onun imzası vardı: ‘Tosun Paşa’, ‘Erkek Güzeli Sefil Bilo’, ‘Banker Bilo’, ‘Davaro’, ‘Hababam Sınıfı Güle Güle’, ‘Züğürt Ağa’, kıvrak kaleminden çıkıp popüler kültürün dimağına giren filmlerden bazılarıydı…

1980’de yeni bir kapıyı araladı ve reklam sektörüne geçti. Bu, sinema bilgisine görgüsüne yeni deneyimlerin, farklı bakış açılarının katılması anlamına geliyordu elbette. Eski deneyimler, yeni ufuklar derken yakın geçmişin usta senaristi artık bizatihi kendisi kamera arkasındaydı ve takvimler 1984’ü gösterdiğinde ilk filmi ‘Fahriye Abla’ya seyircinin huzurundaydı. Sonrasında hepsini kendisinin kaleme aldığı ‘Muhsin Bey’, ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’, ‘Gölge Oyunu’, ‘Eşkıya’, ‘Gönül Yarası’ ve ‘Av Mevsimi’ gibi yapımlar geldi. Bu toplam içinde her bir filmin sesi, yankısı elbette farklıydı ama sanırım ‘Eşkıya’, gişe başarısı nedeniyle de farklı bir yerin ifadesiydi. Film 57 haftada 2 milyon 571 bin 133 kişi tarafından izlendi. Bu bir rekordu ve ülke tarihinde ilk kez bir film, bu türden yüksek rakamlara ulaşıyordu. En iyisi bu konuda bizatihi Yavuz Turgul’un kendisine kulak vermek gerekiyor: “O dönem bizim özel bir beklentimiz yoktu. ‘Eşkıya’ gişede ilk kez büyük rakamlara ulaşan filmdir. O döneme kadar bazı kıpırtılar oluyordu, ‘İstanbul Kanatlarımın Altında’, ‘Amerikalı’ gibi örnekler vardı. Benim filmlerim de taş çatlasa 100 bin ya da biraz üstündeydi. Hatta bana sordular, ‘Eşkıya 150 bin yapar mı?’ diye, ‘Sanmıyorum’ demiştim. Beklentisizlik böyle bir sürprizi güzelleştiriyor. Ama artık günümüzde böyle değil, filmle önce tahmini sayılarla ele alınıyor, sonra da gişedeki yererine bakılıyor. Bizimkisi mucize oldu, üstelik mucize gibi başlamadı, tıngır mıngır derken yükseldi. Aslında başlarda Şener (filmin başrol oyuncusu) çok üzüldü, ilk hafta 30 binle başladık; ‘Abi, bu kadar da değil’ dedi. Bütün dünyada filmler ilk haftalarda yükselir ve sonradan gösterilen ilgiye göre ya belli bir çizgide devam eder ya da düşer. Bizde tersi oldu, sonradan açıldı. Herkes hayretler içinde kaldı. Ama bunun da bir bedeli oldu, ‘Eşkıya’nın ardından sekiz yıl film çekemedim.”

Turgul sineması bir anlamda dönemlerin, dönüşümlerin, yitip giden değerlerin ifadesidir. Naçizane ben kendisini ‘rahmetli’ Ertem Eğilmez’den devraldığı mirası her daim taçlandırırken Türkiye Sineması’nda gelenekselden moderne doğru uzanan yolun belki de en önemli tanığı ve taşıyıcısı olarak gördüm. Girişte de belirtiğim gibi hem eski zamanlara, hem de modern ve ötesine hâkimdi. Derdi tasası nedir derseniz Turgul, zamana yenik düşen ya da düşmeye mahkûm karakterleri taşıdı perdeye hep. Batılı jargonla söylersek, ‘Dekadans’la birlikte yitip gitmekten başka pek de çaresi kalmamıştı onun kahramanlarının. Daha önce de filmlerine ilişkin eleştiri yazılarımda defalarca örneğini vermiştim; bir anlamda Peckinpah’ın ‘Nesli tükenen kovboylar’ı, ya da Eastwood’un ‘Unforgiven’ındaki eski silahşor Munny gibiydi Turgul’un dünyasına ilham verenler.

Hoş, 2014 boyunca Türkiye Sineması’nın 100. Yılı etkinliklerinin birinde, katıldığı bir söyleşide, “Beni yitip giden kahramanların sineması olarak değerlendirenler de var, oysa ben yitip gitmekten ziyade onların yeni hayat tarzlarında ayakta durma çabalarını, şimdiki zamana tutunma mücadelelerini anlatıyorum” demişti. Eleştirmenler böyledir, kendilerine ait bir dünyanın tasvirine soyunurlar ve bu tasvirin içine karşılarındaki yönetmeni ve sinemasını bambaşka ifadelerle yerleştirmeye çabalarlar. Neyse, Turgul’un açıklamalarına bakınca adresi tam olarak tarif edemesem de yakın mahalleri ya da sokakları ifade etmeye çalışmışım diye kendimi avutabilirim!

Turgul sinemasından bahsederken favori oyuncusunun adını da zikretmek gerekiyor sanırım. Usta yönetmenin geçmişte senaryosunu yazdığı komedi klasiklerinden tanıdığımız bir yüz, Şener Şen de adeta Yavuz Turgul filmleriyle birlikte yeni bir kimliği üzerine geçirdi. ‘Komedi filmlerinin unutulmaz oyuncusu’, artık hüznün, ‘gönül yaraları’nın, içeriden çıktıktan sonra kendisini bambaşka dünyada bulan eski usul ‘Eşkıya’ların temsilcisiydi. Turgul’un yedi filminden altısında Şen vardı ve ‘İkili’nin işbirliği son derece verimliydi.

Sonuç? Yavuz Turgul’un moderniteyle bir problemi vardır. Olması da doğaldır. Çünkü üzerinde yaşadığı toprakların benzer bir problemi vardır. Onca uygarlık, medeniyet, krallık, imparatorluk bu coğrafyada filizlenmiş, büyümüş ve yok olup gitmiştir. Geride kalan tortuların üzerinde her daim yolunu arayan, Doğu ile Batı arasında sürekli gidip gelmiş ve sık sık bocalamış bir ulus devlet yükselmiştir. Bu kimlik arayışı, Turgul’un yapıtlarına doğrudan yansımasa da değer yargıları üzerinden kendini var eder. O, ‘gibi’ olmaktansa özüne bağlı bir sahiciliği yeğler. Bu işin felsefi yanı. Aynı zamanda iyi bir hikâye anlatıcısıdır... Hikâyelerini, sinemanın kendine özgü pratiği içinde, sevgisini belli eden bir coşkuyla paylaşır. Filmleri içinde yükselen sahnelerde doğrudan yüreğinize seslenir Bu biraz da Yeşilçam gelenek ve estetiğinin, modernist ifade biçimidir. Ya da şöyle söylenebilir: Sağlam bir mirasın, gelecek kuşak izleyicisiyle paylaşılmasıdır. Turgul filmleri olmasaydı kuşkusuz Türkiye Sineması, hüznünü tam ifade edememiş, arada kalmışlıklarını sahaya yansıtamamış, dönüşüm sancılarını dile getirememiş karakterlerden yoksun kalırdı. Dileğimiz biriktirdiği ve hâlâ anlatamadığı hikâyeleri yeni filmler yoluyla seyircisiyle buluşturması… Yazımızı, çok sevdiği futbol oyununun, o en bilinen klişeleriyle sonlandıralım: “Sinema, aynı lig gibi uzun bir maraton. Önümüzdeki film ya da filmlere bakalım…”

Uğur Vardan